kaklık | * (kaya ve ağaç oyuklarında) Su birikintisi. |
kakma | * Kakmak işi. * Ağaç üzerinde veya diğer ahşap malzemede, mobilyada, belirlenmişdesen ve çizimlere göre oyulmuş yuvalara gümüş, sedef gibi süs maddeleri kakılıp oturtularak yapılan. |
kakma aşı | * Tepesi düzgün şekilde kesilmişağacın bir kenarında açılan üçgen biçimindeki yarığa, ucu aynışekilde yontulmuşkalemin yerleştirilip aşı bağı ile bağlanmasıve aşımacunu ile örtülmesi şeklinde uygulanan bir kalem aşısı. |
kakmacı | * Kakma işleri yapan usta. |
kakmacılık | * Kakmacı olma durumu. * Kakmacının işi ve sanatı. |
kakmak | * İtmek, vurmak. * Kakma yapmak. * Vurarak dar bir yere sokmak. |
kakmalı | * Üzerinde kakma işi bulunan. |
kaknem | * Çirkin, huysuz. * Kuru, sıska. |
kakofoni | * Kakışma, tenafür. |
kaktüs | * Kaktüsgillerden, yapraklarıyayvan ve dikenli, güzel, parlak renkte çiçekler açan bir bitki, atlas çiçeği (Cactus). |
kaktüsgiller | * İki çelenklilerden, sıcak ve kurak ülkelerde yetişen, gövdesi, yapraklarıetli ve dikenli bir bitki familyası, atlas çiçeğigiller. |
kakule | * Zencefilgillerden, sıcak iklimlerde yetişen ıtırlı bir bitki (Elettaria cardamomum). * Bu bitkinin bahar olarak kullanılan tohumu. |
kakuleli | * İçine kakule katılmış. |
kakum | * Bkz. kakım. |
kâkül | * Alnın üzerine düşen kısa kesilmişsaç, perçem. |
kâküllü | * Kâkülü olan. |
kal | * Bir alaşımdaki madenlerin erime derecesi farkından yararlanarak bunları birbirinden ayırma işlemi. |
kal | * Söz, lâkırdı, lâf. |
kala | * (uzaklık veya herhangi bir saat başı için) Kalarak. |
kala kala | * Bütünü, olup olacağı, en sonunda. |
kalaazar | * Malta humması. |
kalaba | * Kalabalık. |
kalabalık | * Çok sayıda insan topluluğu. * Gereksiz, karışık seyler topluluğu. * Sayıca çok. |
kalabalık ağızlı | * Geveze, bilir bilmez konuşan. |
kalabalık etmek | * gereksiz olarak yer doldurmak. |
kalabalıkça | * Biraz kalabalık. |
kalabalıklaşma | * Kalabalıklaşmak işi. |
kalabalıklaşmak | * Kalabalık duruma gelmek. |
kalafat | * Geminin kaplama tahtalarıarasınıüstüpü ile doldurup ziftleyerek su geçirmez duruma getirme işi. * Aşağısıdar, yukarısı geniş bir çeşit yeniçeri başlığı. * Osmanlıİmparatorluğunda vezir veya yüksek mevkide devlet adamlarının giydikleri bir başlık. * Onarma, tamir etme. |
kalafat yeri | * Gemi ve kayıkların onarıldığıyer. |
kalafata çekmek | * gemiyi onarmak için karaya çekmek. * azarlamak, paylamak. |
kalafatçı | * Gemi ve kayıklarıkalafat eden kimse. |
kalafatçılar | * Tersane halkını oluşturan bölüklerden her biri. |
kalafatçılık | * Kalafat yapma işi. |
kalafatlama | * Kalafatlamak işi. |
kalafatlamak | * Geminin kaplamasınıkalafatla onarmak. * Onarılmak, çeki düzen verilmek. |
kalafatlanma | * Kalafatlanmak işi. |
kalafatlanmak | * Kalafatlanmak işi yapılmak. |
kalafatsız | * Kalafatıçıkmış. |
kalak | * Burun, burun ucu. * Gelin tacı. * Tezek yığını. |
kalakalma | * Kalakalmak işi. |
kalakalmak | * Bir şey veya durum karşısında şaşırmak. * Güç durumda kalmak. |
kalamar | * Mürekkep balığının bir türü (Loligo vulgaris). |
kalamata | * Bir tür etli ve büyük zeytin. |
kalamin | * Doğada az bulunan, güç işlenen, hidratlıçinko silikat. * Havada, yüksek ısıda işlenen metal parçaların yüzeyinde oluşan oksit katmanı. |
kalamit | * Amfibol cinsinden bir mineral türü. * İlk Çağağaç taşılı. |
kalan | * Kalmak işini yapan. * Artan, mütebaki. * Bir çıkarmanın sonucu. * Bölme işleminde bölünenden artan sayı. |
kalandır | * Dokunmuşkumaşve bezleri buhar altında veya belli bir ısıda silindir arasından geçirerek ütüleme, parlatma, istenilen boy ve ene göre çektirip germe. |
kalandır makinesi | * Kalandır işini yapan makine. |
kalandırcı | * Kalandır işini makine aracılığıyla yapan kimse. |
Kategoriler