mevzuubahsetme | * Mevzubahsetmek durumu. |
mevzuubahsetmek | * Söz etmek. |
mey | * Şarap. |
mey | * Doğu Anadolu’da kullanılan bir tür küçük zurna. |
meyal | * Bkz. hayal meyal. |
meyan | * Bkz. meyan kökü. |
meyan | * Ara, orta. |
meyan balı | * Meyan kökünden elde edilen şurup. |
meyan kökü | * Fasulyegillerden, 30-60 cm yükseklikte, tüysü yapraklı, mavimsi, mor çiçekli, tatlı olan toprak altı bölümleri hekimlikte ve serinletici içkilerin yapımında kullanılan, çok yıllık otsu bir bitki (Glycyrrhiza glabra). |
meyancı | * Aracı, aracılık eden kimse. |
meyancılık | * Aracılık eden kimsenin durumu. |
meyane | * Çorba gibi yiyeceklere lezzet kazandırmak için un ve yağla yapılan sos. |
meyanesi gelmek | * (helva vb. için) kıvamına gelmek. |
meydan | * Alan, saha. * Yarışma, eğlence veya karşılaşma yeri. * Bulunulan yer ve çevresi, ortalık. * Fırsat, imkân veya vakit. * (Mevlevî tekkelerinde) Ayin yapılan yer. |
meydan (bir şeye veya kimseye) kalmamak | * fırsat bulamamak. |
meydan açmak | * sebep olmak. |
meydan almak | * gelişmek, yayılmak, genişölçüde olmak. |
meydan bırakmamak | * fırsat vermemek. |
meydan bulamamak | * fırsat bulamamak. |
meydan dayağı | * Ceza olarak açıkta ve kalabalık içinde suçlulara atılan dayak. |
meydan dayağına çekmek | * herkesin içinde veya çok dövmek. |
meydan korkusu | * Bkz. alan korkusu. |
meydan muharebesi | * Meydan savaşı. |
meydan okumak | * korkmadığını, çekinmediğini açıkça bildirmek; kavga veya yarışmaya çağırmak. |
meydan saati | * Halkın yararlanabilmesi için alanlara konulan büyük saat. |
meydan savaşı | * Bir savaşta, kesin sonuç almak için düşmana karşı bütün güçlerle yüklenilen ölüm kalım savaşı. |
meydan sazı | * On iki teli olan, sesinin yüksekliği sebebiyle açık yerlerde çalınmaya uygun, halk ozanlarının kullandığıen büyük saz, divan sazı. |
meydan vermemek | * kötü bir durumun gerçekleşmesi için imkân veya zaman bırakmamak. |
meydana atılmak | * ortaya çıkmak. |
meydana atmak | * ortaya çıkarmak. |
meydana çıkarmak | * açıklığa kavuşturmak, ortaya çıkarmak, belli etmek. * bularak ortaya çıkarmak. |
meydana çıkmak | * ortaya çıkmak, görünmek. * belli olmak. * yetişmek, büyümek. |
meydana dökmek | * hepsini sergilemek, ortaya dökmek. |
meydana düşmek | * bir işyapmak için kendini ortaya atmak. |
meydana gelmek | * olmak, oluşmak. * ortaya çıkmak. |
meydana getirmek | * olmasını sağlamak, oluşturmak. |
meydana koymak | * yapıp ortaya çıkarmak, göstermek. |
meydana vurmak | * belli etmek, ortaya çıkarmak. |
meydancı | * Avlu, bahçe gibi yerleri süpürüp temizleyen hizmetli. * Hapishane koğuşlarında ayak işlerini gören kimse. * Mevlevî tekkelerinde konukları, Mevlevîleri karşılayan, meydanıaçan, Mevlevî raksını düzenleyen tarikat adamı. |
meydancık | * Küçük meydan. |
meydancılık | * Meydancı olma durumu. |
meydanda | * Ortada, belli, açık, aşikâr. * Ortada bulunan, gözle görülen şey. |
meydanda bırakmak | * açıkta, evsiz barksız bırakmak. * ortada, herkesin gözü önünde bırakmak. |
meydanı(birine veya bir şeye) bırakmak | * savunduğu şeyden vazgeçmek veya yarışmadan çekilmek. |
meydanı boş bulmak | * kendisini engelleyecek kimse görmeyerek aşırıdavranışlarda bulunmak. |
meydanî | * Bir tür çiçek. |
meydanlık | * Geniş, meydana benzeyen yer, açıklık. |
meyhane | * İçki satılan ve içilen yer, içki yeri. * Kabare. |
meyhane pilâvı | * Kıyma, soğan, biber ve domates kullanılarak bulgurdan yapılan bir pilâv türü. * Meyhane havasına özgü ve mezelik niteliğinde olan pilâv. |
meyhaneci | * Meyhane işleten kimse. |
Kategoriler